Son birkaç yılını saymazsak, yaşlılık zamanlarında bile durmadan, dinlenmeden çalıştı. Yalnızca evinin kadını değil, çocuklarının hem anası hem babası, ailenin direği oldu. Onun sağlığında her birimiz birbirine daha bağlıydık, daha çok bir aradaydık…
Okuması yazması yoktu nenemin; ama üç evladını aslanlar gibi yetiştirdi, alnının teriyle her birine birer meslek kazandırdı.
Kendi çektiği büyük yokluğun çocuklarının kaderi olmasına izin vermedi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında bebekti nenem, İkinci Dünya Savaşı sırasında ise genç bir kadın, Türkiye Cumhuriyeti toparlanmaya çalışırken; demokrasi, özgürlük, kadın hakları gibi konularda bir darbe alıp bir ilerleme kaydederken, nenem dul ve üç çocuklu bir kadın olarak erkekler dünyasında dimdik ayakta durmasını becerdi.
Öyle ki o zamanlar (60’lı yıllardan bahsediyorum) erkek egemen, toprak ağalarının borusunun öttüğü bir ortamda tek kadın ‘dayıbaşı’ olarak evinin ekmeğini kazanmasını ve çocuklarını kimseye muhtaç etmemeyi bildi.
Bu terimi ilk duyanlar için dayıbaşını açıklamak gerekirse; bir nevi taşeronluk. Toprak sahibi zeytinin, tütünün, pamuğun dikimi, çapası, hasadı için size gelir,“Şu kadar adam lazım bana” der. Dayı başı da o adamları bulur, çalıştırır, adam başı komisyonunu ağadan alır.
Nenemden aldığım hayat dersi sayesinde bugün, çektiği eziyete rağmen erkeğe boyun eğen kadınları, çalışmayan, üretmeyen, edilgen davranan kadınları pek anlamam. Çünkü 1960’lı yıllarda Milas’ta bir kadın, benim nenem,dedemi kaybettikten sonra hayatı öyle omuzlamış, zorlukların üstesinden öyle gelmiştir ki karşılaştığım tüm sıkıntılarda bu örnek en iyi eğitmenim olmuş, bana yol göstermiştir.
Biraz ego da denilebilir ama genellikle memleketimin kadınlarında böyle bir tavır bulunduğunu düşünürüm hep. Ege’nin kadını ‘yok’u kabul etmez, ‘zor’a boyun eğmezdir benim gözümde. Nenemden kaynaklanan öznel bir etki olduğunu düşünebilirsiniz bunun, doğrudur ama benim için böyledir.
Türkiye’nin önemli tarım bölgelerinden Milas’ta yaşayan bir kadın çiftçi olan Duygu Akar Kaba’yla konuşurken de sık sık nenem aklıma geldi. Duygu Hanım’ın gözlerindeki pırıltı, yerinde duramaz hali, işini anlatırken yüreğinin derininden gelen sevgisi, çıtı pıtılığı ile sanki karşımda nenem Pakize Şentürk varmış gibi hissettirdi.
Duygu Akar Kaba’nın 150’nin üzerinde büyükbaş hayvanı var ve onları süt üretimi için besliyor. 120 dönüm arazide yetiştirdiği yemliğin dışında satın aldığı yemlerle birlikte hayvanlarına anca yetebiliyor.
Yani kentlilerin hayali olan çiftçiliğin evdeki hesaba uymadığı daha buradan kendini belli ediyor. Sütü için beslenen bir büyükbaş hayvana neredeyse bir dönüm ekilip biçilen alan gerekiyor.
10 yıldır çiftçilik yapıyor Duygu Hanım. İlk başta erkeklerin hâkim olduğu bu dünyada o da zorlanmış, erkek muhatapları karşılarında ‘bir erkek’ görmek istiyorlarmış çünkü.
Hatta eşinizle görüşelim biz falan diyorlarmış. Ama seviyeyi koruyunca ve prensip sahibi olunca bunun üstesinden geldiğini söylüyor Duygu Hanım ve ekliyor: “Erkekler de değişiyorlar…”
Çiftçiyi piyasanın vurduğunu o nedenle bu işten vazgeçenin çok olduğunu anlatıyor. Yöneticilerin enflasyon nedeniyle halkı tatmin etmek için çiftçiye yüklendiğini, çiftçinin de maliyetine yakın fiyatla satış yaptığından zarar ettiğini, toprağı olmayanın çiftçilik, hayvancılık yapmasının imkânsız olduğunu aktarıyor. “Emeğin değeri sıfır olunca hayal kırıklığı yaratıyor” diyor.
Duygu Hanım’ın öyle sızlandığını falan düşünmeyin, olanı aktarıyor bize.
Çiftçinin sadece mazot, gübre, tarla kirası gibi giderlerinin olmadığını, giderlerin uzun bir liste halinde olduğunu belirtiyor.
“Örneğin fidan alacak, plastikle üstünü kapatacak, traktör alacak.
Bunlar da maliyet. Bir malın o günkü değeri bugünün şartlarında asla yerinde durmuyor.
Hoyrat sulama olduğundan yeraltı sularıyla ilgili de sorun yaşıyoruz.
Sulama sistemleri değiştirilirse belki bunun üstesinden gelinebilir. Bunda da devlet desteği şart” diyor.
Duygu Akar Kaba’nın dikkati çektiği bir konu da aracılar. Taş atıp kolları yorulmadan para kazandıklarını belirtiyor aracıların ama bunun çaresi olacak kooperatifçiliğin de yeterli bilgi sahibi olunmadığı, mevzuatlar bilinmediği ve üzerinde olması gerektiği gibi durulmadığı için başarılı olamadığını vurguluyor.
“Hep bireysel menfaatler devreye giriyor” yorumunu yapıyor. Sohbeti yaptığımız an itibariyle süpermarketlerdeki en ucuz sütün litresinin yaklaşık 18 TL olduğu Duygu Hanım’ın ise sütün litresini toplayıcıya 10,80 TL’den verdiği notunu buraya kaydedelim.
Yani üreticiden sofraya en iyi ihtimalde litrede 8 TL’lik bir fark söz konusu…
Çok da hâkim olmadığım hayvancılık konusunda Duygu Hanım’dan öğrendiğim bir bilgi daha beni şaşırttı.
Meğer buğday, mısır gibi pek çok tarım ürününde dayatılan hibrit tohum hayvancılıkta da söz konusuymuş!
Dölleme için devlet hibrit tohumu şart koştuğundan kendi ırkımızı ıslah edemediğimizi anlatıyor.
Devlet teşviği yerli sığırın üretilmesinde maalesef verilmediğinden bu yörenin minik ve sevimli sığırlarının yakın gelecekte tükeneceği gerçeğiyle burun buruna geliyoruz. Yazık!
Ve sohbetimizden çarpıcı bir son not: Özellikle pandemi sırasında başlayan Milas’tan yatırım ya da yerleşmek amacıyla toprak satın alınması hem arazilerin değerini artırmış -bu nedenle toprak kiralamak çok zorlaşmış- hem de çoğunlukla satın alınan arazilerin ekilip biçilmek yerine boş kalmasına neden olmuş.
Bu durum şimdilik Milas’ta çiftçiliğin alarm vermesi ya da yok olması anlamına gelmiyor ama şehirli insanın toprak satın alma sevdası bu hızla sürerse o noktaya kısa zamanda gelmemiz işten değil.
Bir diğer detay da turizm alanlarına yakınlığı nedeniyle çiftçilik yapanların turistik tesislerde çalışmayı daha cazip bulması. Hem daha az yoruluyorlar hem daha çok kazanıyorlar. Bu nedenle çiftçilik yapanların ve onlara yardım edenlerin sayısı azalırken, bulunan işçiler artık daha uzaklardan, hatta sınırlar ötesinden geliyor.
“Zor anlarda kökünden satayım diyorum ama sonra şu ağacı ben diktim, bu hayvanı elimle besledim diyerek kıyamıyorum. Zor da olsa aynı şevkle devam” diyen Duygu Hanım çizmelerini giyip ahıra girmeye hazırlanırken Ovakışlacık’taki uçsuz bucaksız arazilere özlemle bakıyorum ben de.
Acaba nenemin de zamanında ekip biçmek için işçi gönderdiği, kendisinin de yanı başlarında geldiği bu topraklarda nefesinden bir esinti bana değer mi diye…