Bizim buralarda insanın canını sıkması için sipariş lazım olmalı aslında.
Öyle ya, mis gibi doğa, deniz, güneş. Aldığımız her nefeste, bir yaş daha gençleşiyor gibi hissetmek…
Ne derdi olur ki insanın, yaşayıp gitse hep beraber ekosistemle değil mi? Ama ne mümkün! Her şeye taktıkça takıyor, takıldıkça takılıyor gözlerimiz ve içimizi ağrıtacak, canımızı sıkacak ve hatta yürek dağlayacak bir konu mutlaka karşımıza çıkıveriyor…
Milas’ın son dönemlerde iyice revaçta olan, ev üstüne ev yapılan bir başka beldesine doğru yola koyuluyoruz, Adabükü’ne…
Hani ünlü bir müteahhidin büyük bir iştahla peşkeş çekmeye hazırlandığı dünyanın en güzel kuşlarının barınağı olan, denize girerken bile sizin için yepyeni onlarca kuş türüne el salladığınız, flamingoların salındığı Boğaziçi tuzlasının yan komşusu Adabükü…
İnsanoğlunun temel ihtiyacı olan barınmanın ötesinde bir hırsı gözlerinizin önüne seren bir yapılaşma var burada. Tek bir tepe kalmamış üzerine konut yapılmayan. Belde girişinde hafriyat artıkları, inşaat kalıntıları her şey midenizi iyiden iyiye kaldırıyor oraya doğru yol alırken…
Ama bir şey daha var ki gözyaşlarınızı tutmanız mümkün değil. Adabükü’ne giderken distopik bir yolculuk kaçınılmaz bugünlerde. Bundan bir ay önce, 12 Temmuz’da, yaklaşık 30 hektarlık alanda çıkan yangının izleri hala çok taze. Öyle bir yolculuk ki bu, metrelerce sürüp giden bir işkence sanki doğa dostları için. Kavrulmuş ormanın kıyısından geçerken yangının kokusu hala genzinizi yakıyor. Hele de o zeytin ağaçları yok mu? Kül olmaktan kurtulmuş ama üzerinde lanet bir altın rengiyle, artık doğaya vereceği bir şey kalmamış, tükenmişliğin faydasız parıltısı üzerinde zeytin ağaçlarının. Peki o hektarlarca alanda yaşamış olan binlerce böcek, kuş, domuz vs. nerelerdeler şimdi?
Onlar için yaktığımız ağıtlar ne kadar da boşuna…
Bir ağaç gibi yaşamak, hür yaşamak, ağaçlar ve ormanlar için bile imkânsızken artık, insanın özgürlüğünü nasıl tartışalım ve nasıl umut edelim bugünümüzde…
Hayatımın ilginç karşılaşmaları hep edebiyat üzerinden gerçekleşirken,“bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşanmasına insanoğlunun bir türlü izin vermediği çağımıza lanet okurken, yine sayfalar arasında yan yana duran kelimeler karşıma çıkıyor: Yıllar öncesinden bugünüme selam veren yazar Mikhail Bulgakov…
O da yaşarken yazdıklarını özgürce okurlarıyla buluşturamayanlardan. “Yoksul” kelimesinin de yasak olduğu dönemlerde bir yolunu bularak hicivle, mizahla devrim sonrası Rus toplumunu eserlerine konu eden Bulgakov, ne yazık ki dünya üzerindeki baskıcı tüm devletlerde olduğu gibi yaşarken basılı eserleriyle huzur bulamadı. 1940’ta Moskova’da ölen Bulgakov, Stalin’in de ölümünün ardından ancak 1950’lerin sonlarına doğru saygınlık kazandı, okunabildi…
İşte, yangının ardından içimi hüzünle dolduran o gezinti sonrasında Bulgakov’un sade dili, Can Yayınları tarafından “Hayatımızın Bir Günü” adıyla basılan anlatısında, “Altın Kent” başlıklı bölümden el sallıyor bana:
“Öğrenmeliyiz, öğrenmeliyiz,
Ormanlarımızı nasıl koruyacağımızı,
Gelecekte kalmamak için,
Evsiz, arabasız!”
Edebiyatın evrenselliğine yaşamın gerçek yüzü kafa tutarken, 1923 yılı Moskova’sından gelen bu çağrıya, Akbelen kadınları ağıtlarıyla yanıt veriyor. Çaresizliğin dilinin de ortak olduğunu kanıtlarcasına:
“-İçine gittim ağaçlarıma sarıldım. Gittim, ‘kestirmeyeceğim çocuklarım’, diye şapır şupur öptüm. Her bir ağaç kesildiğinde, her bir ağaç yıkıldığında bacaklarımı, kollarımı hissetmedim. Sanki beni, kendimi kesiyorlar, çocuklarımızı kesiyorlar diye bir şey oldum yani. Gittim ama yine kurtaramadım. Onlar bizi tuttu, güçlük kuvvetleri bizi sürüdüler, takır tukur sürüdüler ormanların arasında, ellerimizi kollarımızı yırttırdılar yani.
-Biz İkizköylü olarak memleket yok olmasın, topraklarımız bitmesin, havamız, suyumuz tükenmesin, biz köylümüzden olmamak için buralarda çadır nöbeti tutuyoruz.
-Termik ölüm demektir, termik yoksulluk demektir, termik bittik demektir. Toprak ekmek demektir; su demektir, hava demektir. Ağaçlar olursa yaşam olur, su olur. Ağaçlar olursa nefes olur…”
Bu sesleri duyan kaç kişiyiz, kaç kişi kaldık “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamak” arzusunda olan…
Gelecek için umut etmek mümkün mü?