Ege Günlükleri: Kana kana içilen bir tarih, Labranda

» Köşe yazarları » Ege Günlükleri: Kana kana içilen bir tarih, Labranda

Güzel memleketimin şifa deposu zeytin ve mis kokulu çam ağaçlarına her gün sevgiyle ve hüzünle bakarken, insanoğlunun hırslarının bu dünyaya en büyük kötülük olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Büyük bir aç gözlülükle ya konut yapımı için ya da taş ocaklarının ardı ardına açılmasıyla tüketip talan edip duruyoruz doğanın büyük nimetlerini.

Acaba bizden sonraki nesle ne bırakacağız diye düşünmeden edemiyorum… Ne kalır ki bizden geriye yıkımdan başka. Birkaç ay içinde bile var olanların yerini talan alıyorsa, birbiri ardına inşaatlar yükseliyorsa, bir nesil sonrasına çoraklıktan ve pişmanlıktan başka ne kalır ki?

Birbiri ardına köklenen ve yerlerine binalar yükselen zeytinliklerin, mandalina portakal bahçelerinin yanı sıra bu güzel memleket köşesine bir zarar da taş ocaklarından geliyor. Taş ocakları, çevresindeki ormanlık ya da zeytinlik alanlara zarar vermesinin yanı sıra tarım ve hayvancılığa zarar veriyor, yer altı su kaynaklarını tüketiyor, toz toprak ve gürültüye neden oluyor ve trafiği de olumsuz etkiliyor.

Ama “carpe diem” değil mi? Anı yaşayalım ve şimdilik var olan güzelliklerin tadını doyasıya çıkaralım öyleyse…

Milas, tarihin en bonkör miraslarını bıraktığı bölgelerden.

Adım başı bir ören yeri, bir kalıntı, yüzyıllar öncesine köprü olan bir antik kent sizi selamlıyor. Bugünün talanına inat dik duruşuyla mistik bir yolculuk sunan Labranda da onlardan biri. Taş ocaklarının görüntüsünden bakışlarımızı kurtarıp, ağır yük kamyonlarından sıyrılarak, mis kokulu çam ağaçlarının arasından dağ tırmanışıyla ulaşılan görkemli, sakin ve huzur dolu bir durak Labranda…

Çocukluğumda benim için bu kelimenin anlamı, nenemin illa ki istediği ve bizim bidonlara doldurup kendisi için taşıdığımız lezzetli, nenemin deyişiyle “tatlı su”ydu.

O zamanlar tarihi kalıntıların güzelliğiyle değil, tatlı suyuyla anlam buluyordu Labranda. Evimizin az ötesindeki şişeleme tesisinin önünde vatandaşların doldurması için çeşmeler vardı. Biz de mahallenin çocukları, şenlik şamata içinde gider buradan sularımızı doldurur kana kana içerdik. Meğer bu su, Milas’ın kuzeyinden, dağların üzerinde bir kutsal alandan, çam ormanlarıyla kaplı Labranda’nın lezzetli su pınarlarından gelirmiş, çocukluk işte nereden bilelim.

Tarihin ve doğanın bizim nesle taşıdığı bu miras, günümüzde de belediyenin önemli gelir kaynaklarından ve bölgedeki su ihtiyacını ne yazık ki artık ödenen para ile karşılıyor.

Geçmişte “Karya”lıların hac yeri olduğu belirtilen Labranda’ya Milas merkezde, Hacıapti Mahallesi’nde bugün hala ayakta olan Baltalı Kapı’dan başlayan, genişliği 8 metreyi bulan mermer bir yol ile ulaşılıyormuş. Yolun, Milas’ın Sodra Dağı mermerlerinin Labranda’ya taşınabilmesi için yapıldığı aktarılırken, o dönem Mylasa’dan tapınağa giden dini alaylar da aynı yoldan geçtiği için bu yola “kutsal yol” deniyormuş.

Günümüzde bu yolun sağlam kalan kısmından yürüyüp adeta zamanda yolculuk yapmak da mümkün.

Labranda, Latmos Dağları’nın üzerinde Erken Tunç Çağı’nda kurulmuş. M.Ö 4. yüzyılda Karya Satrabı Mausolos burayı bir aile kutsal alanı haline getirmiş ve Zeus’a adamış.

Bu Mausolos da öyle sıradan bir insan değil, dünyanın yedi harikasından biri olan Halikarnas Mozolesi’ne adını veren, anıt mezar anlamına gelen mozole sözcüğünü literatüre kazandıran, Karya tarihindeki en önemli isim.

Mausolos, Karya Satraplığı’nın başkentini Mylasa’dan Halikarnassos’a getirmiş ve şehri yeniden imar ettirmiş. Halikarnassos yani Bodrum, en parlak devrini bu yıllarda yaşamış.

Bugün en pahalı, en çok tercih edilen tatil bölgelerinden biri olan Bodrum’un bin bir sorunla bezeli hali eminim kendisinin kemiklerini sızım sızım sızlatmaktadır!

Neyse Labranda’ya dönersek, vakti zamanında Zeus’a kurbanlar sunulan törenlerin yapıldığı bu dini alanda rahipler, aileleri, tapınak hizmetlileri ve köleleri, kutsal yapıların bakım ve onarımını yapan işçiler, kutsal alan arazisini kiralayıp burada zeytinleri toplayanlar ve çeşitli tarım ürünleri yetiştirenler sürekli olarak ve yerleşik şekilde yaşıyorlarmış. Yıllık kurban kesimi şenliklerine da binlerce kişi katılıyor, müzisyenler çalıp söylerlerken atletler de yarışıyormuş.

Bu arada yapıların yukarısında bulunan görkemli kayanın altındaki çok temiz su kaynağına sahip çeşmenin dışında Milas’a uzanan yol boyunca Milattan Önce 4. yy.’da inşa edildikleri düşünülen 32 adet daha çeşmeden söz ediliyor. Rivayete göre Tanrı Zeus, yaralanan ve hastalanan askerlerine bu sudan içirir şifa verirmiş. muze.gov.tr’de verilen bilgiye göre, “Çift Baltalı Tanrı” Zeus Labraundos kültünün kökeninin, su kaynağı ve tapınak terasının hemen üzerindeki bu büyük kayaya dayandığı düşünülüyor.

Görkemli yapısıyla beni büyüleyen alanda, adeta Milattan Önce 300’lere gide gele ve yaklaşık 700 metre yükseklikten, aşağıda gözlerimin önünde mistik bir tablo sunan manzaraya bakarken, bizden öncekilerin bıraktıkları bu mirasa binlerce teşekkür ediyor halde buldum kendimi.

Kalıntılara ellerimle dokunup minnetimi ifade ederken kocaman bir soru işareti kafamın içinde dönüp duruyordu:

Ya biz, biz ne bırakacağız bizden sonraki nesle?