Geçen gün bir şarkı, zihnimin tozlu klasörlerinden çıkınca mırıldanmaya başladım ve yeniden dinleyince şarkının ne kadar keyifli gelse de “seksist” imalar yapan sözleri olduğunu yeniden düşündüm.
Bryan Adams’ın 1995 yılında çıkan “Have You Ever Really Loved A Woman? / Sen Hiç Bir Kadını Gerçekten Sevdin Mi?” isimli şarkısı.
Sonra içimde bir çatışma başladı: “Ama güzel şarkı…”
“Ama seksist…” “Ama güzel şarkı…”
Buradan yola çıkarak “politik doğruculuk” kavramını sorgulamak istedim.
Şimdi önce terimin tarihine kısaca bir bakalım.
Tarihsel olarak bakıldığında politik doğruculuk kavramı ilk olarak 1930’larda Amerikan Komünist Partisi tüzüğünün içerisinde yer alıyor.
“Bir durum karşısında ABD Komünist Partisi üyelerinin alması gereken doğru pozisyon” olarak tanımlanan terim 1960’lar Amerika’sında sivil hak mücadelesi veren solcular arasında popülerleşiyor.
1970’lerde azınlıklar, kadınlar ve homoseksüellerin haklarının genişletilmesi için çalışan sosyal adalet savunucuları, kullanılan dilin değişmesi adına politik doğruculuk prensibini benimsiyor.
1980’lerde Amerikan üniversitelerinin demografisinin değişmesiyle aktivistler kampüslerde “Politik Doğruculuk ve Gurur” etkinlikleri düzenleniyor.
Terim 1990’da Newsweek, New York Magazine ve Wall Street Journal gibi yayın kuruluşlarının metinlerine girmeye başlıyor. (www.baslangicnoktasi.org , Politik Doğruculuk Üzerine Bir Tartışma)
Çok eleştirilen “politik doğruculuk” haklı bir mücadele mi? Yüzeysel ve işlevsiz bir tavır mı?
Murat Belge’nin 27 Şubat 2018’de T24’deki “Political Correctness” isimli yazısında söz ettiği gibi, biz politik doğruculuk yaparak dile müdahale ediyoruz ancak halkın gerçeği değişmiyor.
Dil, toplumu bize gösteren bir ayna. Belki de böyle bir müdahale yerine dilin bu hale gelmesine sebep olduğunu düşündüğümüz gerçekleri değiştirmek için çalışmalıyız.
Ben kendimi bu konuda uzun zamandır “kafası karışık” buluyorum. Kendimi politik doğruculuk yaparken buluyorum, bu doğruculuğa ters olabilecek şeyler söylerken veya seksist esprilere gülerken de, Bryan Adams’ın şarkısını mırıldanırken de…
Bu yüzden kendimi kendi haline bıraktım.
Aynı zamanda bir roman yazarı olarak, mesela yarattığım bir karakter küfretmek istediğinde bunu engelleyecek miyim, kendime sansür mü uygulayacağım diye düşündüm.
Gerçekten ilginç bir durum.
Dünya görüşünü, literatürde yazanları ezberleyip belli kurallara göre yaşayan biri değilim.
Belki de bu yüzden kendimi anarşizme yakın buluyorum.
Bu tabii başka bir konu ama alakalı.
İnsan hakları mücadelelerine çok kıymet veriyorum.
Mesele politik doğruculuğa gelince birçok farklı dinamik devreye giriyor elbette.
Peki, gerçekten gerekli mi?
Toplumsal değişimlerin tarihine bakarsak köklü ve sağlıklı değişimlerin halkın kendisinden kaynaklandığını görüyoruz.
Bu anlamda entelektüel elit bir azınlığın yaşayan bir olguya; dile bu müdahalesi ne kadar mantıklı?
Bu gerçekten tartışmaya değer bir konu.
Ben bu yazıyla yaptığım bu kısa ve küçük “yazarak düşünme” eyleminden sonra gelecek politik doğruculuk ataklarına “çok da takılmadan” yaşamaya devam edeceğim.
Ancak soru işaretlerim sabit kalacak gibi görünüyor.
Soru işaretlerini severim, ya siz?