“Olgunlaşmamış sevgi şöyle der: Seni seviyorum çünkü sana ihtiyacım var. Olgun sevgi şöyle der: Sana ihtiyacım var çünkü seni seviyorum.” Erich Fromm
Fromm, sevmenin bir sanat olduğundan bahsetmişti. Tıpkı zamanla ustalık elde edilen bir işi öğrenmek gibi sevgi de öğrenilebilir bir şey. Bir sanat. Sevmeyi öğrenmek de bir öğretiyi veya ustalığı öğrenmek gibi disiplin, odaklanma ve sabır gerektiriyordu ona göre. Sevme Sanatı’nda şöyle diyordu:
“…sevmek bir eylemdir, edilgen bir duygu değil. Bir şeyin içinde olmaktır bir şeye kapılmak değil. En genel biçimiyle sevginin etken yapısı, sevmenin almak değil öncelikle vermek olduğu biçiminde tanımlanabilir.”
Benim bu alıntıdan anladığım şey sevmeyi bir eylem yapan şeyin öncelikle içinde emek barındırıyor olması. Sevdiğimiz şeye/insana emek veriyor, emek verdiğimiz şeyi/insanı da seviyoruz. Bu diyalektik bir ilişki.
Peki, bu kadar kolay mı? Sevmeyi gerçekten biliyor muyuz? Her şeyin “ederinin” olduğu, her değerin ölçü biriminin para olduğu, çıkar ilişkileriyle yürüyen bir düzende sevmeyi gerçekten biliyor muyuz?
Sevgiyle ilk tanıştığımız yer anne-baba (veya anne-baba yerine koyduğumuz insanların) sevgisi oluyor. Yıllar geçtikçe bir zanaatkar gibi işimizde ustalaşıyoruz veya sevgisizlikten oluşan çocukluk yaralarımızı iyileştirmek için zararlı ilişkilerin içinde buluyoruz kendimizi. Yaralı çocuklar yaralı insanlara yakınlaşıyor ve sonunda belki de yeni bir yaraya yol açıyor bu.
Yaralarımızı sarmak için kendi başımıza atabileceğimiz en iyi adım kendimizle yakın, samimi ve sahici bir iletişim kurmak. Bu sahici iletişimin sonunda kendimizi seviyor olacağız. Kendimizi gerçekten her şeyimizle olduğumuz gibi kabul ettiğimizde ise bize kimin zarar verebileceğini, kimin iyi geleceğini hızlıca fark ediyor olacağız. Her şey kendi içimizde derinleşmeyle ilgili.
Bu noktada yoga devreye giriyor. Aslında ömür boyu hiçbir zaman tam anlamıyla bitmeyen kendini tanıma süreci için en güzel yöntemlerden biri yoga.
Kendimizle ilgilenmeliyiz. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, algımız hep dışa dönük. Kim kiminle nerede ne yapmış? Öyle mi olmuş, böyle mi olmuş? TV, sosyal medya…vs derken kendimize uzak kalıyor, başkalarıyla kendimizden ve en yakınlarımızdan daha çok ilgileniyoruz. Oysa ilgimiz önce kendimize, sonra sevdiklerimize dönük olmalı.
Hayatımızdaki insanların bize yakınlık derecesi bellidir. En yakınlarımız vardır; ailemiz dediğimiz insanlar. En yakın dostlarımız ve arkadaşlarımız vardır. Çok insan tanımak kimi zaman bir keyif gibi görünse de bazıları için mesafeyi ve dengeyi tutturamama durumu doğurabilir.
Bazıları da (benim gibi) yarı içe-dönük, yarı dışa-dönük bir varoluşta ise daha az insanla yoluna devam etmeyi seçmiş olabilir. Mesele kaç kişiyi tanıdığımız değil, nasıl ilişki kurduğumuz aslında. Mesafe her zaman iyidir. Kendimizle olan ilişkimizde bile belli bir mesafede olmalıyız.
Tabir yerindeyse kendimizle yüz göz olmamalıyız. Bu, gereksiz “drama” doğurur. Kendimizle aramızda bir mesafe olmalı. Bu, kendimizi doğru anlamamızı sağlar. Kendimizi doğru anladığımızda her zaman bize iyi gelen ilişkiler kurarız. İlişkiler, zincirleme bir şekilde ilerler. Hayat böyle güzelleşir.
Fromm’a dönecek olursak, birine ihtiyaç duyduğumuz için ona yönelmeyiz, onu sevdiğimiz için ona ihtiyaç duyarız. Kendini tanımak ve sevme işini ustalıkla çözmüş olmak hayat kalitemizi gerçekten artırır. Neşesi, morali yüksek, ne istediğini bilen bireyler oluruz. Her şeyden önce “birey” oluruz.
Hepimizin bir hikâyesi var. Hikâyemize sahip çıkmalıyız çünkü sahip olduğumuz en değerli şey o ve o hikâyeyi biz yazıyoruz. Hepimiz kendi hikâyelerimizin yazarıyız. Kim değerli bir hayat yaratmak ve yaşamak istemez ki? Nedir değerli bir hayat? Her şeyden önce sevgiyle dolu bir hayat değerli bir hayattır bence.
Ustaca sevdiğimiz, yüreğimizi ve zihnimizi açan ilişkiler kurduğumuz bir hayat değerli bir hayattır. Böyle bir yaşama insanlığa faydalı bir üretkenliği de eklerseniz gıpta edilecek bir hayat yaşadığınızı söyleyebilirim.