Geçen hafta kadınların erkeklerden farklı canlılar olduğundan söz ediyorduk. Hem biyolojik olarak farklılar hem de kültürel olarak yani öğrenilen toplumsal roller nedeniyle farklılaşıyorlar.
Erkekler, mitolojideki Atlas gibi, dünyayı sırtlarında taşıyorlar. Yaşadığımız düzende omuzlarında büyük bir yük var: “Her zaman güçlü olmalısın” yükü.
Önceki yazıda erkekleri kedilere benzetip onlara ne kadar güldüğümden bahsetmiştim. Kötücül bir alaycılıktan çok, erkeklere empati ve sempatiyle yaklaştığımı söyleyeyim.
Özellikle yetişkin olsa da ana kuzusu olarak kalanlara. Erkeklerin çoğu büyümüyor. Gizemli bir bulmaca gibi bir şey bu. Çoğu Peter Pan gibi. Oyuncu ve çocuksu. Bunun eksileri de var artıları da.
Artılarından başlayacak olursak; bu oyuncu ve çocuksu olma durumu onları yaratıcı insanlar yapıyor. Bir çocuk gibi kendi dünyalarında yaşayıp, icatlar yapabiliyorlar. Peki, bu özellik her ülke veya dünyanın her yerinde aynı mı çalışıyor?
Bence cevabı çok net bir hayır! Erkekler o müthiş maskülen enerjilerini yaratıcılığa dönüştürebildiklerinde toplumda faydalı insanlar olabiliyorlar.
Ya toplum ve yaşadıkları düzen buna izin vermiyorsa? Ya erkeklerin içindeki, kaynağını içgüdülerden alan o şiddetli enerji kanalını doğru bulamazsa?
Yani erkek yeterli öğrenimi alamaz, yeterli kadar kendini zihinsel olarak geliştiremezse ne olur?
Ek olarak erkek, ya onu suça iten, ekonomik zorlukların ve acımasız koşulların, büyük rekabet alanlarının olduğu bir coğrafyada yaşıyorsa ne olur?
O zaman erkek suçlu olur işte. Tecavüzcü olur, katil olur.
Erkeğin dış dünyada hâkim olduğu, gündelik, özel alanı yani evi genelde kadının yönettiği bir coğrafyada hatta dünyada yaşıyoruz.
Kadınlar genelde gündelik hayatta hem çocukları hem de eşini yönetiyor.
Erkek, dış dünyada öylesine acımasız koşullarda çalışıyor ki, evde şalteri kapatıyor. Adeta yönetilmeyi bekleyen, pasif bir çocuğa dönüşüyor.
Erkekler evde kontrolsüz olma ihtiyacı duyuyorlar genelde. Kendilerini bırakmak ve onlara annelerinin kucağını anımsatan bir yuvada, eşlerinin kontrolünde yaşamak istiyorlar. Böylece dış dünyanın onlara yüklediği ağırlıklardan bir süreliğine de olsa kurtuluyorlar.
Kadın, -üstelik bir de çalışan, şehirli bir kadınsa- evle iş arasında bölünüyor. Yetişmeye çalıştığı yoğun bir hayatı oluyor.
Peki bu, kendi hayatı mı? Hayır.
Bu, başkalarının hayatı oluyor. Kadın kendisini, kendi hayatını, arzularını, benliğini bir treni kaçırır gibi kaçırıyor. Aslında bu konuda kaderi erkeklerle aynı. Özellikle bizim coğrafyada, kadın da erkek de kendini gerçekleştiremiyor çünkü yaşadığımız düzen tarafından işgal edilmiş durumdalar.
Erkeğin kadınla kesişen hayatı, ikisini birbirilerine karşı bir çatışma içine sokuyor. Haftaya bu çatışmaların nelerden oluştuğuna ve köklerini nerelerden aldığına bakmaya çalışalım.