Varoluşçuluğun başlangıç önermesini bilirsiniz; “İnsan bu dünyaya fırlatılmıştır, bu dünyaya terk edilmiştir ve burada unutulmuştur.”
Yani, yalnızız, sahipsiziz. Yani özgürüz. Sartre’ın deyimiyle özgürlüğe mahkumuz. Her an yeni bir karar alma imkanına sahibiz. Biyografi ve otobiyografi tarihi, kendini birçok anlamda aşmış insanların hikâyeleriyle dolu. İlham almak bedava. Kendini aşmak bedava. Sürüden ayrılmak, yalnızlığın içinden yeni bir “ben” yaratmak bedava.
Peki, ne oluyor da, böylesine pasif, etkisiz, zayıf, ödlek canlılara dönüşüyoruz? Ne oluyor da o capcanlı, gözleri ışıl ışıl bebekler, çocuklar gözlerinin feri sönmüş zombilere dönüşüyor? Aslında hem psikoloji ve sosyal psikoloji hem de sosyoloji bu sorulara yanıt aramak için var.
Dünyaya fırlatılmışlığımıza gelince, ne acayip bir mefhum. İnsanın dünya üzerindeki yalnızlığı daha iyi anlatılamazdı. Peki, gerçekten özgür müyüz? Nedir özgürlük?
Benim kafam bu konuda oldukça karışık. Yüzlerce soru var aklımda, her zaman olduğu gibi. Kurduğumuz bu medeniyetler, bu “hayat” dediğimiz “şey” neden ve nasıl bu noktaya geldi? Marx’ın hayaletini çağırmaya yeltensek mi? Bu noktada yeni bir soru soralım; geldiğimiz bu noktadan nasıl kurtulabiliriz? Nasıl düzeltebiliriz bu “hayatı”? Hayatını bu sorunun etrafında dolaşan meselelere adamış filozoflar var, öyle büyük bir soru bu.
Tahmin edeceğiniz gibi, savaş hukukunun bile işlemediği bir savaşın hüküm sürdüğü bugünlerde hiç tadım yok. Öylesine anlamsız geliyor her şey. Belki de uzun zamandır böyle.
Anlam. Yaşamın anlamı sence nedir diye sorsanız “anlam arayışı” derim. Anlamı aramak için fırlatılmışız dünyaya. Peki, bulabildik mi? Bulabilecek miyiz? Yoksa geçici hevesler, yapay anlamlar mı yaratıyoruz? Karanlıktan korkmamak için hikâyeler uyduran çocuklarız biz.
Hayat, hikâye demek. Hayat, hikâyelerle anlamlı ve hikâyesini bilmediğimiz her şeye düşman oluyoruz çünkü birinin, bir şeyin hikâyesini bilmemek onun karanlıkta kalması demek. Biz karanlıktan korkuyoruz. Bu bir döngü. Karanlıktan korkmamak için hikâyeler uyduruyor, ancak bu kurduğumuz hayat düzeninde ne oluyorsa bazı hikâyeleri es geçiyoruz. Bazılarının hikâyeleri bize yabancı. Bazıları hep öteki.
Dünya tuhaf bir yer. Bu tuhaflık ruhumuzu parçalıyor, bizi şekilden şekilde sokuyor, canavara dönüştürüyor, dünyayı ise cehenneme.
Kendi yarattığımız cehennemde yaşıyoruz. Tanrı öldü. Onu çoktan öldürdük. Kötü haber; dünyada yalnızız. Birbirimizden başka kimsemiz yok. Söylemesi o kadar kolay, birçoğumuz için anlaması neden bu kadar zor? Bilmiyorum. Belki de asıl soru bu.
İnsan tuhaf bir canlı. Tekinsiz. Güvenilmez. İnsanın özü yok. Sadece her gün iyiye veya kötüye dair binlerce seçim yapan bizler varız. Sartre’ın dediği gibi, özgürüz. Hadi, seçiminizi yapın.
Cehennemde mi yaşamak istiyoruz, cennette mi?
Yoksa çoktan seçimimizi yaptık mı?