Okul, çocukları aileden sonra topluma uyumlu hale getiren kurumlardan biri. Bize şekil veriyor. Aslında bizi yontuyor, hizaya sokuyor.
Böylece –ailede yontulmadığımızı varsayarsak tabii- çocukluğun o en yaratıcı, doğal, bizi kendine has, biricik bir birey yapan bütün özelliklerimiz elimizden alınıyor.
Şu anki formuyla okul dediğimiz kurumun en iyisi bile yapıyor bunu. “En iyi” askerliğin bile berbat olması gibi bir şey bu da.
Okul mefhumu bize hayat denen şeyin sabah kalkıp işe gidilmesi gereken, yapılması gereken görevlerin olduğu bir şey olduğunu kafamıza vura vura öğretiyor.
Biz de okullarla işimiz bitince çalışma hayatı denen mefhuma nispeten kolay adapte oluyoruz. Gerçekten ne kadar oluyoruz, tartışılır elbette.
Her şey bu düzen içinde şekillendi, biliyorsunuz. Düzen bizi çocukluğumuzdan itibaren ele geçiriyor ve bir hayat biçimi dayatıyor. Hayat diyor, böyle bir şey. Size bir sır vereyim; yalan!
Hayat, bizim gönlümüze göre şekillendirebileceğimiz, özgür bir ortam olabilir. Bu mümkün. Sadece bunu bilmemiz ve buna inanmamız gerekiyor. Oysa biz yaşamın nasıl bir şey olabileceğini farkında bile değiliz.
Bütün bu katı, baskıcı kurumlar ve bu düzen varken gerçekten bir hayat yaşıyabiliyor muyuz? Asla!
Minicik bir çocuksun. Sabah –kış aylarında gün ağarmadan- erkenden kalk. Rüyaları yarım bırakarak uyan, hem de bir saatin alarmıyla veya annenin sana seslenmesiyle.
Aklında düşler, belki bir çimenlik, belki annenin sıcacık kucağı, belki oyuncaklarından biri…
Birkaç lokma ekmeği ağzına soktuktan sonra sırtına çantayı taksınlar ve sürüye katıl. Yarı uykulu gözlerle sıraya gir,… gerisini biliyorsunuz. Reva mı bu şimdi?
Her insan çocukken dehadır. Meraklı, özgür ruhlu, yaratıcı. Okul en çok bunları çalıyor bizden. Zaten geriye ne kalıyor ki? Bir posa.
İlgimizi çeken şeyler yerine zorlama ezberler veriliyor. Koşup oynamamız gereken zamanlarda dört duvar arasında koyunlar gibi dolanıp teneffüs ziliyle sınıflara giriyoruz.
Şunu bilmiyoruz; hayat da böyle geçecek. Bu bir komplo. Bunu bilsek belki de direneceğiz. Birçok çocuk bunu kendiliğinden yapıyor aslında. Ben de direnirdim okula gitmemek için. Her türlü fırsatı da değerlendirmişimdir.
Hep söylerim; okulu hiçbir zaman sevmedim. Arkadaşlarım için giderdim. Tek motivasyonum buydu. Onlar okulda olmasaydı, hiçbir güç beni okula götüremezdi. Çoğu zaman onlar bile motive edemedi.
Üniversiteye kadar çok başarısız bir öğrenciydim. Sevmediğim, ilgimi çekmeyen hiçbir şey için kılımı kıpırdatmazdım çünkü. Tahmin edersiniz, edebiyat dersleri dışında kopyayla filan geçer not alır bir şekilde geçerdim.
İlkokulda ödev yapmak kabusumdu. Lise 1’de sınıfta kalmaktan af çıkınca kurtuldum. Üniversiteyi ikinci sene kazanabildim. Sülaledeki birkaç akrabanın dediği gibi “benden adam olmadı.” Ne mutlu bana.
Okul gibi size verilen puanların olduğu, yarış atı gibi görüldüğünüz bir ortamda kendinizi ifade etmenizin, kendinizi bulmanızın, otantik bir varoluş sergilemenizin çok zor olduğunu söylemeliyim.
Ben okuldan pek bir şey öğrenmedim. Ne öğrendiysem kendi kendime öğrendim. Üniversite ise sadece bir kapı açtı. Parçaları hep ben birleştirdim. Birçoğumuz gibi.
Okul benden birçok şey çaldı. Zamanımı, ruhumu, yaratıcılığımı. Tüm bunları geri kazanabilmek için bir mücadeleydi “okulu ekmek.”
Zaten sonra da “hayatı ekmekle” uğraştım.
Hayatımın özeti; “Nasıl daha kolay aylaklık yapabilirim?” sorusuna çözüm bulmaktır.
Hâlâ da öyle. Sizin de hayatı ektiğiniz günleriniz çok olsun.