Mahalle kültürünü severim, “mahalle baskısını” değil. Mahalle barlarını, meyhanelerini, kafelerini ise çok severim. Mahallenizdeki bar akşamüstü kimse gelmeden birkaç bira içilecek en güzel mekândır. Diğer semtlerde yaşayanlar belki hafta içi sizin mahallenizdeki bara gelmeye üşenir ama siz iki sokak ötenizdeki bara gecenin herhangi bir saatinde yürüyebilirsiniz. Aynı şey meyhaneler için de geçerli. İnsan evine yürüme mesafesindeki tatlı, salaş bir meyhaneden başka hayatta ne ister? Mahalle diyebileceğiniz bir yerde yaşıyorsanız oldukça konforlu bir hayatınız var demektir. “Çarşı” yakındır. Mekânlar, dükkânlar yakındır size. Markete bile arabayla gidilen bir hayat yaşayacaksam tek bir koşul olmalı; müstakil evim doğanın içinde olmalı. O zaman bazı şeylere katlanabilirim.
Mahallede yaşamak evinizin altındaki kuaförle, terziyle arkadaş olmak demektir. Selam vereceğiniz, kargonuzu siz yokken alan hatta anahtarınızı bırakabileceğiniz birileri olması konforun ta kendisidir. Sanıldığı gibi lüks denen şey, akıllı evler filan değildir. Konfor, hissiyat olarak sıcaklık ve güven duygusundan gelir. Perdeleri uzaktan kumandayla açmaktan değil.
Böyle bakarsak, dünyanın New York, Londra, İstanbul, Berlin gibi kozmopolit şehirlerinde göçmenlerin neden mahalleler kurduğunu daha iyi anlayabiliriz.
Barcelona’ya gittiğimde orada yaşayan Türkiyeli bir arkadaşım beni mahallesinin kafe-barına götürmüştü. Özellikle barda oturanların hep aynı insanlar olduğunu söylemişti. Onlar müdavimlerdi. Onlar hep aynı mekâna gidip çalışanlarla akraba olan, kendini hep korunaklı yerlerde iyi hisseden, belki maceraya, yeni olana biraz kapalı olanlardı. Ben yeni mekanlara, yerlere, tatlara açık biri olsam da bu tutucu müdavimleri çok iyi anlıyorum.
Mahalle kültürüyle büyümüş biri olarak, mahallenin en mutlu bireylerinin çocuklar olduğunu söyleyebilirim. En azından 90’larda öyleydi. Anahtarımızı evde unuttuğumuz okul dönüşlerinde alt kat komşumuz Hatice Teyze’de, evin karşısındaki ayakkabıcı Aysın Amca’da az mı bekledik annemizin işten gelmesini? Sokakta top oynamakta, iki sokak ötedeki parka yalnız gitmekte korkulacak bir şey yoktu. Şimdi anneler, babalar çocuklarını sokakta nadiren yalnız bırakabiliyor. Komşu dediğimiz insanlarla sadece merhabalaşıyoruz. Belki de mahalle kültürü yok oluyor. Artık daha içimize kapalı, daha yalnız insanlar oluyoruz. Üstelik çoğumuzun evleri akıllı ev filan olmasa da.
Belki geriye sadece o ruhu olan eski evler kaldı. Tabii onların da ne zaman kentsel dönüşüme kurban gideceğini bilemeyiz. Şimdilik diyelim… Şimdilik elimizde birkaç mahalle, bir iki komşu, ahşap çerçeveli birkaç ev, birkaç az katlı apartman kaldı.
Buradan konuyu eski İzmir’deki cumbalı evlere getirebiliriz. Keşke hepsi ayakta olsaydı, ne müthiş bir İzmir’de yaşıyor olurduk… Lafı fazla uzatmadan bunu başka bir yazıya bırakıyor ve mahallemdeki en sevdiğim kafeye kahve içmeye gidiyorum.