Geçtiğimiz günlerde Milas’ta yaşayan bir arkadaşımla buluştum.
En son lise yıllarımda gittiğim Ören’e doğru yola çıktık.
Ören hatıralarımızı tazeleyip denize girmekti muradımız.
Günlerdir Türkiye’nin gündeminde olan Akbelen Ormanı’nı geçer geçmez gördüklerim beni şok etti.
Yolun sol tarafı Mars yüzeyinden farksızdı.
Ören girişindeki termik santrale varıncaya kadar yaklaşık 15 dakikalık yolculuk boyunca bu manzara devam ediyordu.
Arkadaşıma ısrarla, bu mümkün olamaz, nasıl olabilir, diye anlamsızca sayıklıyordum.
İnsan gördükleri karşısında gerçekten şok geçirir.
Devasa bir çöl, çukur ve o çukurda, toz duman içinde, zararlı haşereler gibi durmaksızın ormandan geriye kalan taşı toprağı kemirip oradan oraya taşıyan iş araçları ve kamyonlar…
Anladım ki lise yıllarımda gittiğim Ören, gerçekten de artık anılarımda kalmıştı.
Ben bu düşünceleri günlerce kafamdan atamazken 24 Temmuz’da bu çöl ve çukurun genişletilmesi için yıllardır göz diktikleri Akbelen Ormanı’nda ağaç kesimleri başladı.
Yıllardır oradaki bir avuç köylünün nöbet tutup direndiği, yaşam alanına sahip çıktığı bu güzelim alan hukuk ve adalet kaideleri gözetilmeksizin hunharca katledildi.
Aklıma, küçükken hepimize ezberletilen şu şarkı geldi:
“Baltalar elimizde
Uzun ip belimizde
Biz gideriz ormana hey ormana!”
Sanırısın bu kısa dize bugünlere ve bu katliamı yapanlara yazılmış.
Hem Ege Saati hem de Tele1 için günlerdir Akbelen’den canlı bağlantılar gerçekleştiriyoruz.
Çarşamba günü de Tuncay Mollavesioğlu’nun Bodrum’da gerçekleştirdiği Anında Manşet progamı Akbelen’e ayrıldı.
Biz de editörümüz Onur Ulutaş ile Akbelen’deydik.
Tuncay’ın programı için canlı bağlantı gerçekleştirdik.
İkimiz de gördüklerimiz karşısında göz yaşlarımızı zor tuttuk.
Sonra bu duygu yoğunluğu ve hüzün, yerini öfkeye bıraktı.
Zira, girişte köylülerin doğa savunucuları ile birlikte nöbet tuttuğu alana kadarki tüm ağaçlar kesilmişti.
Onur’un anlatısıyla jandarma ve polisin müdahale aralarında gölgelerinde dinlendiği ağaçlar bile katledilmişti.
Üstelik bu manzara karşısında yaşadığımız şok devam ederken; alan girişinde, kimlik kontrolünün yapıldığı noktada onlarca askerin bir elektrik direğine Türk Bayrağı asma derdine düştüğünü gördük.
İnanın o an, beni tüm bu gördüklerime duyduğumdan da daha büyük bir öfkeye gark etti.
İşte, bu ülkede yıllardır yaşadığımız şey bu: Her suçu, her günahı bu bayrakla örtme gayreti.
Hrant Dink öldürülür, katille poz verilirken Türk Bayrağı açılır; Akbelen katledilir, katlin üstü örtülsün diye Türk Bayrağı kullanılır.
Kendisini “vatansever ve milliyetçi” olarak tanımlayan iktidar yancısı siyasiler “Mesele ağaç değil” der, kesilmesin diye ağaca sarılanı “İç huzuru bozmak isteyen nöbetçi provokatör” ilan eder.
Efendiler, Türk Bayrağı kendi çıkarlarınız, kendi günahlarınız için bir örtü değildir.
O hepimizin ortak değeri, ortak sembolü, bağımsızlığımızın nişanesidir.
Sizin çek defterlerinizin kapağı da değildir.
Ayrıca vatan nedir, vatan sevgisi nedir sizin için?
Ormanlar, ağaçlar vatanın parçası değil mi?
Yıllardır orada, topraklarına, köylerine tarım alanlarına sahip çıkan köylüler vatandaş değil mi ki günlerdir üstlerine gaz bombası yağdırıp coplayıp gözaltına alıyorsunuz?
Bir devlet, gencinden yaşlısına, köylüsünden kentlisine, vatandaşına bunu reva görebilir mi?
Bir devlet, vatandaşıyla adeta savaşır mı?
Nazım, yıllar önce ne güzel yazmış ve ülkemde bu dizeler güncelliğini hiç yitirmemiş, yazık…
“Vatan çiftliklerinizse
Kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan
Vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan
Vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın
Fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan
Vatan tırnaklarıysa ağalarınızın
Vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa
Maaşlarınızsa, ödeneklerinizse vatan
Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası
Amerikan donanması topuysa
Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığınızdan
Ben vatan hainiyim.”