Geçtiğimiz yaz aylarında halk kültürü ve yerel tarih araştırmaları için sık sık Didim’e gidip sözlü tarih çalışması gerçekleştirdim. Belki de Ege’nin en kozmopolit ilçelerinden olan Didim’de günlerce kaldım; her mahallesini, köyünü karış karış gezdim, anılar ve insanlar biriktirdim.
Tarihi ve doğası ile ilgili pek çok bilinene karşın, bu kentte yaşayan insanlara dair bilinmeyenin ve tanınmayanın çok olduğunun ve bu güzel ilçenin her mahallesinde ayrı bir hikaye ile karşılaşmanın şaşkınlığını yaşadım.
Kurtuluş Savaşı’nın ardından, suyun öte yanından zorunlu göçe tabi tutulan mübadil ailelerin hayattaki üyeleriyle, 1980’li yıllarda Doğu Anadolu’da yapılan büyük baraj projeleri nedeniyle köyleri sular altında kaldığı için Didim’e yerleştirilen Malatyalı, Şanlıurfalı, Elazığlı ailelerle tanıştım. Almanya’dan, İngiltere’den, Rusya’dan gelen bütün dünyayı dolaşıp Didim’e yerleşen yerli yabancılarla tanıştım.
Kimisi sadece emeklilik yıllarını geçirmek üzere, kimisi ise kurduğu işinde çalışıp huzur içinde çocuklarını büyütmek için buradaydı. Onlar; Alevisi, Sünnisi, Kürdü, Türkü, yerlisi ve göçmeni ile 72 milletten insanın bir arada yaşadığı, Yoran köyünden bir turizm kentine dönüşen Didim’de, geride kalan 100 yıllık süreçteki değişimi bildikleri, gördükleri, duyduklarını anlattı. Sözleri ile ilçenin yakın ve yerel tarihini, sosyal yaşamını ve halk kültürünü kayıt altına almamızı ve kitaplaştırmamızı sağladılar.
Her biri hikayelerini yaşadıkları yerin hikayesi ile birleştiren, sözleri suya yazılan yazılar gibi silinmeden kayda almamıza izin veren bu güzel insanların anlatıları hala zihnimde. Onlardan geriye kalan anlatıları zaman zaman sizlerle bu köşeden paylaşmaya çalışacağım.
Sizlere anlatılarını aktaracağım ilk sözlü tarih tanığım, Eski adı Yoran, şimdiki adı Yenihisar Mahallesi olan kent merkezinde görüştüğümüz 1950 doğumlu Ekrem Aşık…
“Yıl 1964. Bizim yukarıdaki kahvehaneye, çay ocağının yanına, iri yarı, fötr şapkalı, bıyıklı bir adam geldi. Anadolu insanına, Türk’e benziyor. 14 yaşında ufak bir çocuktum. Kırık lisanıyla; ‘çocuk, bana bir kahve yapasın geniş fincana’, dedi. ‘Sade olsun’, dedi. Şöyle bacağını çekti, fincanı önüne koydu. Karşıda şimdi yıkılmak üzere olan bir ev var. Devamlı o eve bakıyor… Babam geldi yarım saat sonra Söke’den. ‘Bu adam bu köyün insanıyım’, diyor ama bizim köylü değil’, dedim. Babam adamla konuştu: ‘Hoş geldin, nerelisin sen?’diye sordu. ‘Buralıyım’, dedi. Buradan giden Rumlardanmış. ‘Niye geldin sen’, dedi babam. ‘Ben anlatırım’, dedi. Yukarı çıktık. ‘Bizim ev kahvehanenin üzerindeydi, iki şey için geldim, birini hallettim’, dedi. ‘Neyi hallettin, diye sordu’ babam. ‘Şu karşıdaki evde sevgilim vardı. Ben geldiğimde, az önce oturduğum yere otururdum, o pencereye çıkardı, ona karşı kahve içerdim, onu yaptım. Gelelim ikinciye; bizim ev karşıda, büyük dedem Sultan Reşat zamanında paşaydı. Paşalara kılıç veriyorlar. Onun kılıcını yandaki binanın tuvaletinin içine soktum buradan giderken. Çocuklara anlattım, çocuğumun biri Şikago eyaletinin şerifi, yani emniyet müdürü, bir tanesi de bin kişilik bir restoranın sahibi, çok zengin, onlara anlattım. Ne pahasına olursa olsun, bu kılıcı al gel bize dediler. Onu almaya geldim’ dedi. Eskiden burası ufak bir köydü. Yazın herkes çardaklara, tarla başına giderdi. 1963 yılında mavi küp hastalığı çıktı tütünlerde. O zaman herkes tuvaletleri temizledi haliyle. Kılıç da bulunamadı. O evin sahibi köyün yoksullarındandı, geldi buraya bir bakkal dükkânı açtı. Neyse, evin sahibini buldular. Bu bölgenin bütün antikalarını toplayan bir saatçi Latif vardı Söke’de, ‘ben ona sattım kılıcı’ dedi. Latif’i buldular. Latif İzmir’de bir Yahudi’ye sattığını söyledi, adresini aldılar. Aristidiz Balurdus’tu adamın adı. Neyse o gitti kılıcın peşine.
Tekrar bir grup geldi, içlerinde Yunanlı bir kadın var ama ismi Yasemin, Türk ismi. Babası yanında çalışan ırgatları olan zengin bir insanmış. Yasemin, Atina Üniversitesi’nde profesör. ‘Sen niye geldin’ dedi babam. Yasemin, şunun için gelmiş; babası o kadar zengin ama o zaman burada Yörükler var, şu andaToki Konutları denilen bölgelerde yaşıyorlar. Orada Yasemin adında bir Yörük kızına âşık oluyor. Kızın babası, adam gayrimüslim olduğu için vermemiş tabii. Netice, mübadeleden sonra, kızına sevdiği kızın adını vermiş. Yasemin de babasını kendine âşık eden bu Yörük kızını bulmaya gelmiş. Neyse oranın yerli Yörüklerine sordular. Onlar Afyon’dan gelen Yörüklerdenmiş. ‘Epey zamandır gelmiyor onlar’, dediler. O da onun derdine düştü. Yasemin’i bulamadık, profesör mahzun gitti.
Onlar gittiler, ondan sonra buranın yerli köylüleri gelmeye başladı.1966 yılında, eskiden Akbük tarafında yaşayan Manos geldi. O da zengin bir adam, tarlasını ziyaret ediyor, tarlasındaki ağaçların kesildiğini görüyor. Bahçeleri tahrip edilmiş. Adam kendini kaybediyor. Onlar da bizim gibi, su gibi Türkçe konuşuyor. Şimdiki mal sahibinin yakasına yapışıyor, ‘Ulan ben sana böyle mi bıraktım bu tarlayı, sen nasıl kestin benim ağacılarımı’ diye kavgaya tutuşuyor. Güçlükle ayırıyorlar. Mal sahipleri sonradan hep geldi buraya. Karakuyu’nun, Altınkum arazilerinin eski sahibi geldi. Adı Yani Dimitri. Değirmenin sahibi. Orada yarım helva kutuları vardı eskiden. Onların içine para koyup, kutuyu merdivenin altına gömmüş. Onu almaya gelmiş ama merdiven yıkılmıştı. Parayı bulamadı. Mezarlığın yanındaydı, şimdi o yel değirmeni de yok. Su deposu yaptılar yerine.”