Doğada her şey birbiri için var. Ağaç kendisi için meyve vermez, çiçekler kendileri için çiçek açmaz, yağmur kendisi için yağmaz…
Her şey birbirini var eder. Sadece insan kendisini düşünüyor, kendini kurtarmaya bakıyor.
Oysa doğadan öğrenecek çok şeyimiz var. Birbirimiz için yaşamalıyız. Sadece bir toplum olarak değil, tüm dünya insanları olarak birbirimiz için yaşama kültürünü kazanamazsak sonumuz hiç de iç açıcı görünmüyor.
Çoğumuz deliyiz. Ciddiyim. Akıl sağlığı yerinde çok az insan var. Onlar “deliyim ben” diyebilenler genelde. Onlar tatlı deliler, akıllı bıdıklar. Duyarlı insanlar.
Birilerine, acı çeken bir hayvana filan el uzatabilenler, elini taşın altına başkaları için koyabilenler. İnisiyatif, sorumluluk alanlar, sadece kendisi için yaşamayanlar.
Ben onların sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Geriye kalan biz “deliler” ne yapıyoruz peki?
Yaşamaya çalışıyor olabiliriz. Gücümüz buna yetiyor belki. Kapasitemiz bu kadar. Cesaretimiz, vicdanımız, kudretimiz bu kadar. Kim bilir?
Doğanın bizden intikam aldığı klişesi üzerine düşünüyordum da…
Aslında “intikam” insana ait bir his çoğunlukla. Doğa, ona yaptıklarımıza karşı bizden intikam almak yerine kendini iyileştirmeye –ve dolaylı olarak bizi de- çalışıyor gibi geliyor bana.
Doğaya aittik. Bir zamanlar. Yaşayan ilkel kabileler hâlâ doğaya ait. Belki biz de öyle aslında. Doğa heybetli, ulu, büyük ve çok güçlü. Biz ise kurduğumuz bunca medeniyete rağmen küçücüğüz. Minicik.
Betonun arasından çıkıveren bir çiçek bunun en güzel kanıtı. Doğa, hem zarif hem kudretli. Biz ise her geçen yüzyılda bilgelikten biraz daha uzaklaşarak doğayı –yani kendimizi- yok etmeye çalışıyoruz.
Bu delilik değil de nedir?
Eşyanın kölesiyiz. Paranın köleleri. Bir pula sattığımız sınırlı ömürlerimiz var. Doğa bize rağmen varoluyor ve varolmaya devam edecek. Bizim doğamız ise yaşadığımız düzen tarafından belirleniyor.
İnsan doğası, insanın içinde yaşadığı toplumsal ilişkilerin toplamı. Doğamız ucube bir yaratık gibi. Kötülük kusuyor. İçinden canavarlar çıkarıyor. Oysa insan bebeği “iyi” doğuyor. İçine doğduğu “doğa” onu şekillendiriyor. Kötüleştiriyor.
Peki, biz bunca kötülük varken delirmemek için ne yapmalıyız? A) İnzivaya çekilmeliyiz. B) Sosyal medya detoksu yapıp olan bitenden en azından bir nebze uzak yaşamalıyız. C) Sürekli meşgul olmalıyız. Seçim sizin. “Ben deli değilim” diyerek delirmeye devam etmek de bir seçenek. Farkında bile olmadığımız bir seçenek aslında.
Bizi sakinleştiren, büyüleyen, besleyen, hayat veren, ruh katan doğayla ilişkimizi düzeltmezsek, çocuklarımıza bir ağacı sevmeyi değil, ona aşık olabilmeyi öğretmezsek bizi çok daha kötü günler bekliyor.
Dünya gezegeni mutlaka varolmanın bir yolunu bulur. Üzerinde insan yaşayamaz durumuna geldiğinde insan kendine evrende başka bir gezegen veya yaşama alanı bulmuş olabilir. İnsanın en azından dünyadaki görevi biraz da hayatı anlamlandırmak gibi geliyor bana.
İnsan olmazsa hayat üzerine kim düşünecek? Kim ağlayacak, gülecek? Kim acıdan bilgelik devşirecek? Kim anlamsız bu hayata anlam katacak? Kim üretecek? Kim sorgulayacak? İnsan sorgulamayı bırakırsa insan olmaya devam edebilir mi? Yoksa başka bir “canlıya” mı evrilir? Nedir insan olmak?
Soru sormak kadar keyifli az şey var. Sorular üzerine düşünmek mesela. Sorduğumuz sorular hiç bitmesin. Bana çoğu zaman keskin cevaplardan daha çekici gelir soru sormak. Her şeyi bilemeyiz. Bilmediğimizi bilmek yeterli. Her şeye bir cevap vermek değil, doğru, zihin açıcı sorular sormak kıymetli.
Doğa, insan, varoluş, evrendeki yerimiz, hayatın anlamı…
Ne hakkında olursa olsun soru sormayı ihmal etmeyelim. Üstelik bu çok da eğlenceli, öyle değil mi? Ömrümüz boyunca ürettiğimiz sorular bol olsun ki, yaşamaya çalıştığımız bu hayatı güzelleştirebilelim.