Bahçeli’nin TBMM’nin yasama yılı açılış oturumunda DEM grubunun elini sıkmasıyla başlayan süreç, “yeni bir çözüm süreci mi başlıyor?” tartışmalarını da beraberinde getirdi. Bu tartışmalar sürerken DEM Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan partisinin haftalık grup toplantısında CHP’ye şöyle bir çağrı yaptı: “Kürt sorununu nasıl çözeceksiniz? Buyrun açıklayın.”
Bu çağrının yaklaşık 10 yıldır Kürt sorununu araçsallaştırarak Türkiye’deki demokrasiyi yutan iktidara değil de sanki geçen 10 yıl hiç yaşanmamış gibi CHP’ye yöneltilmesi bana çözüm sürecinde CHP’ye karşı iktidarın ve DEM’in öncüllerinin hoyrat tutumlarını hatırlattı. Bu hafızam da beni bu yazıyı yazmaya itti.
CHP, KÜRT SORUNUNUN MÜSEBBİBİ Mİ?
Bakırhan’ın açıklamasının ardından iktidara yakın bir grup yazarın son derece kıvrak bir biçimde nasıl yeni söylem doğrultusunda dönüş yaptıklarını gördük. Zannedersin 2015’teyiz… Bunun bir sonraki aşaması olan “Kürt sorununun müsebbibi CHP” aşamasına gelmeden uzmanlık alanlarımdan biri CHP’nin Kürt sorunu söylemi olduğu için algılara henüz teslim olmadan olguyu şimdiden yazayım dedim.
Peki, nereden biliyorum meselenin buraya geleceğini? Türkiye sağının her melaneti CHP’ye havale etme huyu vardır. Nitekim bu zihniyet, ağırlıklı olarak 1923-1938 arasında Doğu-Güneydoğu’da çıkan isyanları devletin son derece sert bastırmasından bugünkü CHP’yi sorumlu görür. Aslında kendilerini tarihsel olarak varisi gördükleri DP ve onun kurucu lideri Celal Bayar da bu meselenin üstünde duran, bölgeye gidip bölgedeki huzursuzluklara yönelik rapor hazırlayan, dolayısıyla olayın müsebbibi olarak gördükleri İnönü ve Atatürk’ten çok da farklı cümleleri kağıda dökmeyen bir kişidir. Yine muhafazakar yanının ağır basması dolayısıyla kendileriyle bir süreklilik kurdukları Mareşal Fevzi Çakmak’ın raporu, bölgeyle ilgili yazılan raporlar içinde “asimilasyon” kelimesini açıkça kullanan tek rapor olmuştur. Dolayısıyla kendilerinin yapmayı sevdikleri, isimlere odaklanan ve başta İnönü yergisi olmak üzere tarihin sürekliliğini ve akışını bir kenara bırakarak a la carte bir bakışla kurdukları döngüsel tarihin bu konuda işe yaramayacağını belirtmek gerekir. Çünkü 1923-1938 arasında yazılan 20’den fazla raporun yazarları, çok partili hayat içinde merkezin sağı ve solunda da yer almışlardır.
Burada önemli olan nokta, hem anakronik hem de eklektik olması bakımından oldukça problemli olan bu tarih anlayışının post-modern değerlerle modernist dönemi yorumlama aymazlıklarını gözler önüne sermektir. Öncelikle erken Cumhuriyet döneminde Doğu-Güneydoğu’daki huzursuzlukları bugünün kitlesel, kimliksel ve post-materyalist değerleriyle ortaya çıkanlarla karıştırmamak gerekir. Çünkü bu dönemin huzursuzluklarının halkın sırtından geçinen, artık değere el koyan ağa ve şeyhlerin merkezileşmeyle birlikte bölgesel özerkliklerini ve halk üzerindeki keyfi uygulamalarını kaybetme riskine karşı ortaya çıktığını gözden kaçırmamıza sebep olur. Örneğin Şeyh Sait isyanının Aşar Vergisi’nin fiilen ortadan kalkmasının hemen ardından ortaya çıktığını gözden kaçırmadan düşünmekte fayda vardır.
Yine bu noktada unutulmaması gereken bir diğer unsur da bölgedeki huzursuzlukların temelinin erken Cumhuriyet dönemine değil, Osmanlı modernleşmesine kadar uzandığıdır. Çünkü modernleşme ve merkezileşme, yukarıda da ifade edildiği gibi toplumsal ayrıcalık sahibi ağalar-şeyhlerin bu pozisyonları için ontolojik bir tehdit yaratmaktaydı. Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, Osmanlı döneminde ortaya çıkan bu huzursuzlukların sonucunda doğan isyanlar, Cumhuriyet döneminde çıkanlardan çok da masumane bastırılmamıştır. Dolayısıyla Türkiye sağının manipülatif bir amaçla 1923-1938 arasını CHP’ye ciro edip, post-modern dönemin sorununun temelinde de bu dönem yaşananların yattığını iddia ettikleri tez çok da doğruyu yansıtmamaktadır.
Daha da önemlisi bu tez, PKK’nın ortaya çıkışının ardından kendisine tarihsel bir meşruiyet yaratmak için Kürt sorununun temellerinin tâ Şeyh Mahmut isyanına, oradan Şeyh Sait’e, Ağrı’ya… gittiğini iddia eden tarihsel tezinin de bir kopyasıdır. 1923-1938 arasında yaşananlar, CHP’nin “Kürt alerjisi”nin bir uzantısı değil, o dönem için yaklaşık 100 yıllık geçmişi bulunan Türk modernleşmesinin feodal kalıntıları ortadan kaldırma dürtüsünün bir sonucudur. Dolayısıyla bu refleksler, bir yandan modernistlerin daha ilerici bir aşama olarak gördükleri burjuva demokrasisine ulaşmak için feodal kalıntıları yok etme isteklerinin bir uzantısıyken, diğer yandan da modernleşme süreci CHP’ye ciro edilemeyecek kadar köklüdür. Sağın sevdiği ifadeyle, aslında tek parti yıllarında yaşananlar CHP’nin tarihi olmaktan çok “devlet aklı”dır. CHP’nin kimliği de tıpkı DP gibi, AP gibi çok partili hayatın içinde demlenmiştir.
ÇOK PARTİLİ DÖNEMDE KİM NE YAPTI?
Çok partili hayat ve DP iktidarıyla birlikte Kürt meselesiyle ilgili en önemli olgulardan biri köyden kente göç olmuştur. Bu dönem her yerden olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan da büyük kentlere göç gerçekleşmiş ve bu da hem Kürtlerin Türklerden dil ve kültürel varlıklarını anlamasına hem de sosyo-ekonomik olarak Doğu ve Batı arasındaki uçurumu görmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla özellikle göçenlerin daha ziyade ikinci nesline tekabül eden, 1960’ların ortalarından itibaren aktörleşen Kürt gençlerinin neden daha ziyade sol siyasetle yakınlaştıklarının da temellerinin burada yattığını söylemek mümkündür. 27 Mayıs’ın ardından Kürt gençleri bir yandan dergicilik faaliyetleriyle örgütlenirken diğer yandan da 27 Mayıs sonrasının sosyalist solunu temsil eden TİP, Kürt entelektüel çevreleri için hem kendi bölgelerindeki feodal yapıyı ortadan kaldırmak hem de kalkınmacı bir perspektif ortaya koyabilmek açısından bir cazibe merkezi hâline gelmiştir.
Nitekim TİP de buna uygun olarak “Doğunun kalkınması” başlığıyla bir sayfaya tekabül eden bir bölümü programına koymuştur. Ayrıca 1964 programına göre de parti, Alevilere, Arapça ve Kürtçe konuşan yurttaşların sistematik olarak dışlanması dolayısıyla da bu gruplara pozitif ayrımcılık uygulayacağının altını çizmiştir. Kürt entelektüellerin kendilerinin ayrı bir özne olarak ortaya çıkma vakitlerinin geldiğini anlamaları için önemli dönüm noktalarından ilkini temsil eden, Ağustos 1967’de başlayan TİP önderliğindeki Doğu Mitingleri, CHP’nin bu bölgedeki huzursuzlukları daha iyi gözlemlemesine sebep olmuştur. Nitekim mitinglerin sürdüğü bir esnada Doğu gezisine çıkan Ecevit de ortanın solunun düzen değişikliği programının Doğu-Güneydoğu’nun kalkınmasını öncelediğini şöyle ifade etmiştir:
“Allah’ın havasını insanlara yasak ederek onların yaşama haklarını ellerinden almak tabiat kanunlarına ne kadar aykırı ise Allah’ın toprağının dağılımındaki adaletsizlik de o derece tabiata aykırıdır. Tabiata aykırı bir düzen yaşayamaz.”
Nitekim Beşikçi de bu dönem feodal ilişkileri parçalayacak böylesi bir dönüşümün bölge halkının özgürlüğüne kavuşması için şart olduğunu ifade ederek bu görüşleri olumlamıştır. 1980 darbesine kadar giden süreç içinde düzen değişikliğini ve bunun içinde özel bir yere sahip olarak da Doğu-Güneydoğu Anadolu’da ayrıca bir dönüşümü savunan CHP, 12 Eylül sonrasında kendisi dahil tüm solun sistematik olarak dışlanmasıyla birlikte yeni bir arayışa girmiştir.
Ecevit’in bir daha CHP geleneğiyle bir araya gelmemesi dolayısıyla ikiye bölünmüş olan demokratik sol-sosyal demokrat hareketin SHP ayağı, ortada mevcut olan terör sorunuyla, PKK’yla Kürtlerin siyasal temsilcisi olma potansiyelini taşıdıklarına inandığı Kürt siyasi hareketinin temsilcileri arasında bir ayrıma gitmiştir. Bu doğrultuda SHP, 1987 ve 1991’de Kürt siyasi hareketinden gelen isimleri parlamentoya taşımış, bunun yanında kamuoyunda 1989 raporu olarak bilinen 1990 tarihli, “SHP’nin Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakışı ve Çözüm Önerileri” başlıklı raporunu da yayımlamıştır.
Bu rapor, Kürt demenin bile devlet organları tarafından bölücülük sayıldığı bir dönemde yayımlanması dolayısıyla başlı başına önemliyken, diğer yandan da partinin siyasetten ve kamuoyundan gördüğü negatif tepkilere rağmen bu konuya ısrarcı bir ilgi göstermesi ayrıca önem taşımaktadır. Kürt sorununun çözümünün Türkiye’nin demokratikleşmesi için bir önkoşul olduğunun belirtildiği raporda, bu sorunu bir etnik kimliğin reddedilmesi ve asimilasyonist politikalarla çözülemeyeceği ifade edilmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun sorunlarının insan hakları ihlalleri, terör, şiddet, iktisadi geri kalmıştık, yoksulluk, işsizlik, güvensizlik hissi ve kimlik krizi olarak başlıklandırıldığı rapora göre, tüm bu sorunların çözümü SHP’nin önceliğidir. 12 Eylül ve sonrasındaki ANAP yönetimlerinin tüm bölge halkını potansiyel suçlu olarak gördüğünün, bu doğrultuda bir yandan sonu gelmeyen bir OHAL rejimi kurarken, diğer yandan da Koruculuk Sistemi gibi ucube bir sistemle bölgenin sorunlu feodal yapısını adeta “devletten yana olan” feodaller ve “devlette yana olmayan” feodaller olarak bölerek daha da sorunlu bir hâle getirdiğinin altını çizmiştir.
Bölgedeki bu ve benzeri tüm anti-demokratik uygulamaların önüne geçilirken Kürtçenin kullanımı, Kürtçe olarak yazılı-sözlü yayın yapılması ve Kürtçe özel eğitim yapılabilmesi gibi içerikleri olan SHP’nin bu raporu bu dönem için son derece ilerici bir noktayı işaret etmiş, hatta dönemin anti-demokratik kurumsallığının simgelerinden olan DGM tarafından inceleme altına dahi alınmıştır. DYP’nin bu raporu Erdal İnönü’nün babasına ihaneti, ANAP’ınsa oy avcılığı olarak yorumlaması da bu raporun ilericiliğini gösteren diğer unsurlar olarak ifade edilebilir. Ayrıca raporda bir yandan terörle kararlı biçimde mücadele edilirken, diğer yandan da terörün kendisine sürekli taban üreterek kalıcı hâle geçmesine izin veren anti-demokratik devlet uygulamalarının önüne geçileceğini ifade edilmesi de kendi devri için fazlasıyla cesurdur. Yani SHP bu yolla, tıpkı 2011’den sonra Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi terörün çözüm yöntemiyle Kürt sorununun çözüm yöntemi arasına bir set çekmiştir.
SHP’nin Kürt sorunuyla ilgisi bununla sınırlı kalmamış, büyük bir katliam yaşanan 1992 Nevruz’undan sonra bölgeye gönderilen heyet tarafından hazırlanan ve yaşananların müsebbibinin devlet olduğunu ifade eden eleştirel rapordan 1994’deki Şimdi Barış Zamanı bildirisine ve ondan da CHP’yle birleşme kurultayındaki bildirgede Kürt sorununun önceleneceğinin altının çizildiği vurgulara kadar bu sorun her zaman 1990’lar SHP-CHP’sinin öncelikleri arasında yer almıştır. Üstelik bu vurgular, sosyal demokrat taban üzerinde aldığı oydan bağımsız büyük bir etkiye sahip olan, adeta bir doğal lider hâlindeki Ecevit’in SHP-CHP’yi “bölücülük”le suçlamasına rağmen sürdürülmüştür.
2000’lerin AK Parti iktidarının kendisiyle birlikte getirdiği travma ve ulusalcı hezeyanlarla beraber komplo teorilerine kadar kayan ve Türkiye’yi bölmek ve şeriata götürmek gibi ikili bir vizyonla Kürt hareketiyle siyasal İslamcı hareketin Batı’nın da desteğiyle anlaştığını iddia eden diskurlarının ardından Kılıçdaroğlu döneminde Kürt sorunu konusunda yeniden geleneksel ilerici söyleme dönülmüştür.
Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasından 13 ay sonra gerçekleşen kendi liderliğindeki ilk genel seçim olan 2011 seçimlerinde CHP’nin yayımladığı “41 Söz” kitapçığının bazı başlıkları Kürt sorunuyla ilgili olmuştur. Bu kitapçığın 6. ve 7. maddeleri CHP’nin Türkiye’yi çoğulcu demokrasiye taşıyacağını ifade ederken, barajın en fazla %5 olacağı belirtilmiştir. Dolayısıyla bu madde doğrultusunda bu dönem seçimlere hâlâ bağımsız adaylarla katılan meşru Kürt hareketi, bu dönüşüm sonrasında kurumsal kimliğiyle seçimlere katılabilecekti. Yine bunun yanında CHP, bir Hakikat Komisyonu kurulacağını ve bu komisyonun bölgedeki faili meçhul cinayetler ile devletin içindeki çeteleşmeleri ortaya çıkaracağını ifade etmiştir. Yine raporun 14 ve 17. başlıkları, bölgesel bir kalkınma planıyla birlikte bölgenin iktisadi ve sınai geri kalmışlığının aşılacağını belirtmiştir.
Yine 2011 Mayıs’ında yayımlanan “Demokrasi, Eşit Yurttaşlık ve Özgür Toplum” raporunda CHP, Kürt sorununun ne reddiyeci bir tutum ne de etnik merkezli bir anlayışla çözülemeyeceğini ifade etmiştir. CHP’ye göre bu sorun, çözüm için bir üçüncü yola, demokratik yola ihtiyaç duymaktadır. Bu yolun olmazsa olmazları, daha adil bir iktisadi paylaşım, bölgeler arası adalet, herhangi bir kültürü normatif saymayan özgürlükçü bir kültürel yaklaşım ve özgür bir siyasi tartışma ortamıdır. 2015’e gelindiğinde CHP, “22 Soru 22 Cevap” başlıklı seçim bildirgesinde AK Parti’nin mimarı olduğu çözüm sürecini şehitler gelmemesi ve silahlı çatışmayı sonlandırması bakımından önemli bulmakla beraber, sürdürülebilir olmadığının altını çizmiştir. CHP, bu sürecin meşru organda, parlamentoda kurumsallaştırılmaması dolayısıyla AK Parti’nin amacının Kürt sorununu çözmek değil, iktidarda kalabilmek için barış umutlarını sömürmek olduğunu ifade etmiştir.
Nitekim HDP’nin parti olarak seçime girip barajı aşması ve AK Parti iktidarı için bir ontolojik tehdit oluşturmasıyla beraber daha gün geceden sabaha dönmeden sürecin anında bitirilmesi, CHP’yi bu çıkarımında haklı kılmıştır. CHP’nin bu çıkarımı yapmasının nedeni, sürecin hem diğer aktörlerin katılımını engelleyen hem de kurumsallaştırılmadan İmralı-Beştepe arasına sıkıştırılan yapısı olmuştur.
CHP’ye göre gerçek bir çözüm süreci dört ayak üzerine yükselmelidir. Bunlardan ilki, gelişmiş bir demokrasiye dayanan eşit yurttaşlıktır. İkincisi, parlamentoda temsil edilen tüm siyasi partilerin katılacağı bir Toplumsal Mutabakat Komisyonuyken üçüncüsü de parlamentoda temsil edilmeyen grupları, siyasi partileri, STK’ları, sendikaları ve işveren örgütlerini içeren Ortak Akıl Heyeti’dir. Parlamentoya bağlı olarak faaliyet yürüten üçüncü önerideki komitenin bir diğer görevinin de PKK’nın silah bırakma sürecini takip etmek olacağı ifade edilmiştir. CHP, bu modelini iktidarın Akiller Heyeti’nden ayrıştırmış ve o modelin AK Parti’nin modelini anlatan insanlardan oluştuğunu söylerken, CHP’nin modelinin toplumsal istekleri parlamentoya anlatan bir heyet kurmaya odaklandığı belirtilmiştir. CHP’nin son önerisi bir Gerçekleri Araştırma Komisyonu kurulması olurken bu komisyonun amacı da bir yandan dünyadaki çözüm süreçlerinin argümanlarını incelemek diğer yandan da Kürtlerin yabancılaşmasına neden olan tarihsel-toplumsal dinamiklerle yüzleşmek olarak tarif edilmiştir. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun parlamentoyu çözüm yeri olarak göstermesi salt bir kurumsal fetiş değil, kapsamlı bir diyalog zemini arayışına dayanmaktadır. Ayrıca bu, demokrasinin de gereğidir. Şeffaflığa ek olarak, demokrasi düşüncesinin temelinde bulunan bir toplumun doğrudan ya da dolaylı olarak kendisini yönetecek olan kanunların/bağlı olacağı toplum sözleşmesinin yapımına katılması gerçeğiyle uygun düşer. Unutmamak gerekir ki toplumun bağlı olacağı toplum sözleşmesinin yapımına katılımı temsili demokrasilerde parlamentolar ve milletvekilleri aracılığıyla gerçekleşir.
CHP’nin bugünkü yaklaşımı da bu tarihsel ve siyasal hattan farklılaşmamaktadır. Bu bağlamda Kürt hareketi, ya tek bir gayri meşru aktör olan İmralı’nın muhatap alınmasını savunacak ya da gerçek bir çözüm süreci için yalnızca Kürtleri değil, Türkleri de ikna eden şeffaf bir süreçle olabileceği gerçeğinden hareket ederek tüm toplumun sürece katılacağı meşru bir zemini tercih edecek. Kan davasına dönmüş bir süreci de temsil eden bu sorunun taraflarının mı yoksa İmralı’nın mı önceliği olduğuyla ilgili tercihi, DEM’in “Türkiyelileşme” Ak Parti’nin ise “diyalog zemini arayışı”nın bir testi niteliğini taşıyacak.
CHP’nin tarihsel olarak kalkınma ve demokratikleşme gibi meselelerin bu sorunun çözümündeki önemine yaptığı vurgunun geçerliliği, demokrasi sınırlarının hiç olmadığı kadar daraltıldığı son 5-6 yıllık süreçte anlaşıldı. Liyakatin de parçası olduğu eşit yurttaşlıktan refahın adil dağıtımına ve demokratikleşmeye kadar varan sınırlar bu sorunun çözümünün önkoşulları. Geri kalanın tayin yeri de ne İmralı ne de masabaşları. Sorunun muhatabı Türkler ve Kürtler, dolayısıyla bizler ve bizlerin siyasi arenadaki meşru muhatapları olmalı. Diğer tüm kaygıları bir kenara dahi bıraksak yaşanan ilk örnekte gördüğümüz gibi bu süreç, kurumlar yerine kişilere indirgendiğinde kapsayıcı olmaktan çok dışlayıcı, çözüm odaklı olmaktan çok kişisel ihtiras odaklı bir hâl alıyor. Nitekim çözüm süreci döneminde CHP, sorunun yöntemine itiraz etse de Kılıçdaroğlu yine de 2012’de “iktidara açık çek veriyoruz” demişti. Erdoğan’ın buna “Sen bana açık çek verecek adam değilsin” diye karşılık vermesine rağmen birtakım “münevverlerimiz”in güleç bir tavırla bu süreci Erdoğan lehine alkışlamaları, kişilere indirgenmiş süreçlerin rasyonelliğin bile yitimine sebep olacak kadar kişilere bel bağlanmasına sebep olduğunu göstermiştir. Ayrıca yine gizli kapaklı yürütülen bu süreçler, iki tarafın da birbirini sürekli olarak Oslo tutanaklarını açıklamakla tehdit etmeleri örneğinde görüldüğü gibi kirli ilişkilere girilmesine sebep olarak ortaya çıkış amacından sapmasına sebep olabiliyor.
Umarım bu kez toplumun bir grubunun taleplerini karikatürize edip süreci iki kişinin arasında yürütülen kapalı müzakerelere indirgemenin süreci kırılganlaştırdığı idrakiyle hareket edilir. Son olarak, CHP’nin bu konuda ne savunduğu gayet açık ve tutarlı olmasına ve 2023 seçimlerini kaybetmesinde iktidarın bu argümanları CHP aleyhine kullanmasının da ciddi bir payı bulunmasına rağmen DEM’in iktidarın değil de CHP’nin samimiyetini teste tabi tutma arayışına bakarak bu konuda iyi bir başlangıç yapmadığımızı ifade etmem gerekir. DEM’in karar vermesi gereken şey, iktidarın sıkışmışlığından faydalanarak Öcalan’ın taleplerini mi önceleyecek, yoksa Türkiye’nin demokratik sıkışmışlığını aşarken toplumsal barışı güçlendirecek yeni bir toplumsal diyalog sürecini mi tercih edecek?