Türkiye’de yoksulluk, ‘küresel Pandemi salgını (Covid19)’, ‘ekonomik kasırga/buhran’, ‘ülkeye akan büyük mülteci/Suriyeli göçü’ ve ‘İzmir ve Maraş depremleri’ sonrasında giderek derinleşmekte, boyutlanmakta ve çeşitlenmektedir. Bugün birçok hanehalkının iç-içe bulunduğu, içselleştirdiği, kanıksadığı ve böylece ‘görünmezleştirdiği’ yoksulluk, sadece yakıcı bir toplumsal sorun olmanın ötesinde, bir dışlama, korku ve nefret ‘nesnesi’ haline gelmiş durumdadır.
Yukarıda bahsi geçen etmenler, bilhassa, orta sınıfın yaşam standartlarını düşürmekte, gelir ve servet dağılımında yaşanan eşitsizlikler ve bölgeler arası gelişim farkları giderek artmaktadır. Dünya Bankası’nın yaptığı beşli sınıflamaya göre, Türkiye gelir dağılımında, en kötü, ‘dördüncü grupta’ yer almaktadır. Türkiye’de, en yüksek gelir grubunun, toplam gelirden aldığı pay, %47,4 iken; en düşük gelir grubunun payı ise, %6,3’e düşmüştür. Yine, ülkemiz sosyal adalet bakımından, 41 OECD ülkesi arasında, 40. sıradadır.
TÜİK, “Yoksulluk ve Yaşam Koşulları Araştırmasına” göre, her dört kişiden biri yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır. Servet ve gelirdeki büyük eşitsizlikler Türkiye’de var olmaya devam etmektedir.
Elbette bu eşitsizlikler, diğer sosyal sınıf eşitsizlikleriyle birleşerek, bir kısır döngü oluşturmaktadır. Türkiye’de, herhangi bir kentin gecekondu mahallelerini gezdiğinizde yoksulluk manzaralarıyla çok rahat karşılaşabilirsiniz.
Örneğin İstanbul’da veya Gaziantep’te kentte gezinirken bir yanda Danimarka’yı andıran lüks rezidanslar, pahalı otomobiller, ihtişamlı parklar, ünlü markalarla dolu AVM’ler; diğer yanda, Bangladeş gecekondularını andıran sıvası dökülmüş çarpık çurpuk evler, umutsuz ve karamsar insanlarla dolup taşan kıraathaneler, kalabalık çocuklardan oluşan meydanlar, işlek caddelerde gün boyu aylak aylak gezen mesleksiz yığınları görmeniz mümkündür.
Ekonomik çöküş ve işsizlik, en çok, gençliği etkilemektedir. Türkiye’de genç işsiz oranı, toplam işsizlik oranının iki katına yakındır. Türkiye, genç işsizliğinde, dünyanın en kötü 35 ülkesinden biridir. Faal çalışma hayatının içinde olması gereken 11 milyon genç, istihdam dışındadır. Bir yıldan fazladır iş arayan 15-34 yaş genç nüfus, bir yılda, yarım milyonu geçmiştir. Genç nüfusta gözlemlenen yüksek işsizlik oranları, yapısal/kronik durum arz etmektedir. Ne çalışan, ne eğitime devam eden, ne de bir mesleki kursa giden gençlerin varlığı, ülkenin iktisadi sermayesini/maliyeti olumsuz etkilemektedir. Ne işte, ne de eğitimde olan gençlerin %75’ni, kadınlar oluşturmaktadır. 15-29 yaşındaki genç kadınların, 3 milyon 778 bini, ne eğitimde ne de istihdamdır ki bu rakamlar ürkütücüdür.
Sorunun en vahim yanı, elbette sadece iktisadi maliyet cephesi değil; kayıp bir kuşağın varlığını hissettirmesidir. Ülkemizde hiç çalışmamış, yani hiç iş tecrübesi olmayan ve sayısı hızla artan bir genç nüfus grubu dikkat çekmektedir. ‘Z kuşağı’ olarak isimlendirilen, bu gruptaki işsizlik oranları, Türkiye’de ve AB’de, hemen her yerde ortalama işsizlikten daha hızlı artmış görülmektedir. Kayıp kuşak, zannedildiği gibi salt düşük eğitimli ve niteliksiz değildir. Tam tersine, önceki kuşaklardan çok daha eğitimli ve niteliklidir. Ancak işsiz ya da enformel sektörde, yarı zamanlı işlerde çalışmak zorunda kalmaktadır. Bunun yarattığı sosyal yıkımın sonuçlarının dikkate alınmaması, daha da vahimdir. Her 3 gençten 2’si, Türkiye’yi terke etmeyi düşünmektedir. Dolayısıyla, günümüzde, tek başına eğitim ve diploma, çare olmaktan çıkmış durumdadır. 2020’de, mühendislik fakültelerinden mezun gençlerin işsizlik oranı, TÜİK’e göre, %12’dir. 120 binin üzerinde işsiz mühendisin varlığı, eğitime ve diplomaya yüklenen anlamı sorgulamaktadır. Böylesi bir durum, eğitimli gençlerin gelecekte bütünüyle işgücü piyasasından dışlanması anlamına gelmektedir.
15-29 yaş aralığını kapsayan ‘genç nüfusun’ emek piyasasında geleceğinin belirsiz oluşu, politika yapıcıları ve karar vericileri düşündürmelidir. Çareler üretilmelidir. 30 yaşına gelmiş, hiçbir işte çalışmamış veya vasıfsız işlerde çalışmış, aile kuramamış, çocuk sahibi olamamış kişilerin, bundan sonraki yaşam dilimlerinde vasıflı ve güvenceli iş bulma şanslarının çok düşük, hatta hemen hiç olmaması anlamına gelmektedir.
2021 yılında yapılan ‘Türkiye Gençlik Araştırmasına’ göre, Türk gençliği, kendisine yeteri kadar önem verilmediği ve kendini geliştirecek ve ülkesine daha fazla katkı yapacak olanaklar yaratılmadığını ve bir anlamda kendi kaderine terk edilmiş olduğunu düşündüğünü belirtmiştir. Türk gençliği, Türkiye’de en çok ekonomik kriz, işsizlik ve kalitesiz eğitim sorunlarının yaşandığını dile getirmiştir. İşe alımlarda liyakate uygun davranılmadığı, adam kayırma ve torpilin yaygın olduğunu düşünmektedir. Ülkede çok sayıda üniversite kurulmuş olması bu yüzden çok sayıda işsiz üniversite mezunu bulunmasını en önemli sorun olarak dile getirmiştir.
Uzun süreli işsizler önemli bir ‘dışlanmışlar’ kümesini oluşturmaktadır. Uzun süreli işsizler üretimden dışlanmaktadır. İş sadece gelir kaynağı olarak değil toplumsal bütünleşmenin de temel yapı taşıdır. Toplumsal sistemde bireyler sahip oldukları işle statü ve öz saygı kazanır. Ancak literatürde ‘çalışan yoksullar’ olarak tanımlanan yani bir işe sahip olup da kabul edilebilir bir geliri ve istikrarlı bir işi olmayanlar da sosyal dışlanmaya öncülük etmektedir. Avrupa Konseyinin ‘sosyal dışlanma’ tanımında, kişilerin -yoksulluk, temel eğitim/ becerilerden mahrumiyet ya da ayrımcılık dolayısıyla- toplumun dışına itilmeleri ve toplumsal hayata dilediklerince katılmalarının engellenmesi sürecine karşılık gelmektedir. İktisadi hayatta karşılaşılan dışlanma temel eğitim/becerilerden mahrum olma ya da siyasi veya kültürel ayrımcılık dolayısıyla ortaya çıkabilmektedir. Günümüz koşullarında kişiler başta ekonomik olmak üzere sosyal kültürel ve mekânsal açıdan dışlanma süreçlerine maruz kalmaktadır. Kuşkusuz kentlerin ‘periferisi’ ya da ‘çöküntü mahalleleri’ olarak bilinen bölgelerde yaşayan savunmasız insanlar dışlanma sürecinin birincil mağdurudur. Bu bölgelerde dip yoksulluktan kaynaklı sosyal dışlanma çocuklar, ev kadınları, kimsesiz yaşlılar, engelliler, romanlar, bağımlılar, sokak çocukları, mülteci ve kayıt dışı göçmenler vb. grupları yakından etkilemektedir. Bu gruplar dışlanma süreçlerini çok katmanlı (eğitim, sağlık, istihdam, temel haklara erişim vb.) olarak yaşamaktadır.
İzmir’in Bornova, Çiğli ve Torbalı gibi yoğun göç alan ilçelerde tarafımızdan yapılan ‘Kentsel Yoksulluk Haritası’ araştırmalarda katılımcıların çok büyük kısmı yoksulluk nedeniyle kendilerini toplumdan dışlanmış hissetmektedir. Özgürlüğün yitimi, özgüven eksikliği, toplumsal katılım yetersizliği, ruhsal tahribat, yalnızlık, genel uyumda bozulma ve yabancılaşma, depresyon uzun süre işsiz kalma ile sosyal dışlanma arasında güçlü korelasyon vardır.
Dünya demokrasi, mutluluk ve sefalet endekslerinde, Türkiye, hızla son sıralara gerilemiştir. Keza diğer insani ve toplumsal durum endekslerde de benzeri durum söz konusudur. 2017 yılında ‘Türkiye Dünya Mutluluk Endeksinde’ en mutlu 69. ülke olan Türkiye, 2019 yılında 10 sıra gerilemiş ve 79. sıraya düşmüştür. ‘Yaşam Memnuniyet Araştırmasına’ göre Türkiye’de kendini mutlu hisseden insanların oranı 2011 yılında %62 iken 2018’de %54’ün altına düşmüştür. Bu veriler, toplumun büyük bir bunalıma sürüklendiğinin göstergesidir. Toplumda artan oranda, suç, şiddet, intihar, boşanma ve depresyon vakaları yaşanmaktadır.
İşsizlik, yoksulluk, umutsuzluk ve anlamsızlık gibi bir dizi etmenden dolayı çocuklar ve gençler erken yaşta şiddete, suça ve uyuşturucuya eğilim göstermektedir. Toplumu tehdit eden ‘uyuşturucu sorunu’, yukarıda özetlemeye çalıştığımız sancılı sosyal, ekonomik ve demografik dönüşüm sürecinden asla bağımsız ele alınamaz. Uzun yıllar büyük kentlere akan kontrolsüz göçler oldu. Dayatılan özelleştirmeler ve kamuyu küçültme politikaları, özellikle de genç işsizliğini körükledi. Ağır yoksulluk koşullarında yığınla aile, istihdamdan ve üretimden kopuk şekilde sosyal yardımlara bağlı yaşamaya zorlandı. İşsiz gençlerin sayısı katlanarak arttı. Bu koşulların yarattığı ‘sosyal yıkımın’ matrisinde şiddeti ve onu yansıtma araçlarından biri olarak ‘bağımlılık’ olgusunu düşünmeliyiz.
Madde kullanıma başlamada, en riskli yaş grubunun, %71,2 oranı ile 15-24 arası olduğu görülmektedir. Günümüzde, internet ortamlarda, çeşitli psikoaktif maddelerin temini kolaylaşmaktadır. Kentlerimizin tenha, çöküntü mahallerinde uyuşturucunun sebep olduğu ‘aile dramları’ ve ‘trajik’ yaşamöyküleri anlatılmaktadır. Toplumu derinden sarsan şiddet olaylarının arka planında uyuşturucu gerçeği olduğu unutulmamalıdır.
Ceza infaz kurumlarında tutulan çocuk ve ergen suçlu sayısında son yıllardaki artış, bahsedilen sorunların belli eşik seviyelerini çoktan aşmış olduğuna işaret etmektedir. Uyuşturucuyla bağlantılı suçlarda adeta patlama yaşanmaktadır. Ceza infaz kurumlarında uyuşturucu madde bağlantılı suçlardan dolayı 100 binin üzerinde tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır. Bunların çok büyük kısmı genç olması dikkat çekmektedir. Özellikle Türkiye’nin uyuşturucu ticaretinin hem rotası hem de pazarı durumuna gelmiş olması sorunun boyutlarını vahim hale getirmektedir. Toplumsal şiddet kol gezmektedir. Toplumu düzenleyen sosyal kontrol mekanizmalarında büyük bir çöküş yaşanmaktadır. Sosyal aidiyet ve dayanışma duyguları erozyona uğramaktadır.
Kır-kent dengelerinde bozulma ve kentsel yapılarda gerileme, ‘aile’, ‘ahlak’, ‘din’ ve ‘hukuk’ gibi toplumsal kurumları bir bütün olarak olumsuz etkilemektedir. Özellikle toplumun temelini oluşturan aile kurumu bu süreçte büyük yara almakta ve boşanmalar çığ gibi artmaktadır. Bireyleri bir arada tutan sosyal destek ağları buharlaşmaktadır. Yapılan araştırmalarda toplumsal şiddet, suç ve madde bağımlılığı sorunlarının arkasında derin yoksulluk, aile içi ihmal ve istismar, kriminojen (suç üreten) çevre, maddelere kolay erişim, özenti ve merak, okul sisteminden kaynaklı sorunlar, sosyal medya gibi etkenler kritik rol oynamaktadır.
Tüm bu süreçlerin genel bir özeti yapıldığında işsizlik, yoksulluk, genç işsizliği sosyal dışlanma suç ve şiddet olgusu arasında çok güçlü bağlar bulunmaktadır. Birbirini tetikleyen bu süreçlerin değişik boyutlarının dikkate alınması zorunluluktur. Baştan beri yapılması gereken politika, kamunun sosyal devlet anlayışı içinde hareket etmesi ve önceliklerini buna göre belirlemesidir. Kurumsal önlemlerin acilen devreye sokulması gerekmektedir. İstihdam, eğitim, sağlık vb. hizmetlerin bir hak düzeyinde değerlendirilip bu konuda temel ihtiyaçların adil ve eşit bir biçimde çözülmesi kaçınılmazdır. Yoksulun en yoksuluyla mücadelede temel gelir (basic income) projeleri büyük önem kazanmaktadır. Yerel yönetimler bu bağlamda daha cesur davranmalıdır. Gelir dağılımında adaletin sağlanması, yurttaşların yaşam kalitesinin yükseltilmesinde kamu yerel yönetim ve sivil toplum dayanışma içinde işbirliği yapmalıdır.